Skip to content

Tabutlu yayla ve Keramet köyü (5 Ocak 2003)

Sabah eşim bizi Altınova’ya arabayla bıraktı, fotoğraf makinasında sadece bir poz çekecek kadar film olduğundan, tek bir poz resmimizi çektikten sonra geri döndü. Bu gün paramparça olmadan temiz bir fotoğrafımızın olması iyi olacaktı.

Saat sekizde yürümeye başladık. Amacımız Altınova’nın içinden akan dereyi takip ederek derenin kaynağına varmak ve güneye doğru, Keramet üzerinden İznik gölüne kavuşmak.

Önce Altınova’nın içinden hafif batıya doğru gittik ve dereyi bulduk. Dere boyunca yürümeye başladık. İlk rastladığımız, dere kenarında kurulmuş olan bir mermer fabrikasıydı. Fabrika tüm atıklarını dereye boşaltıyordu. Fabrikaya kadar şırıl şırıl akan dere buradan itibaren bembeyaz bir balçığa dönüşüyor ve beyaz bir bataklık halini alıyordu. Doğayı katleden, insana hiçbir saygısı olmayan böyle bir anlayışa yerel makamların nasıl göz yumduğuna hayret ettik.

Her yer ıslak olduğundan topraktan yürümek bir hayli zor oluyordu. Bastığımız her yer çamurdu, bu yüzden mümkün olduğunca dere kenarında çakıl yolları takip etmeye çalışıyorduk. Kum çıkaran bir ocağın bulunduğu yerde çamurlu bir yere basmak zorunda kaldım ve bastığım yer beni dizime kadar içine çekti. Evet dizime kadar bir çamurun içine saplanıp kalmıştım. Ayağımı zorlukla çamurdan çekip çıkardım. Evden çıkarken, bugün kesin belimize kadar çamura saplanırız esprisini hatırlayıp güldük.

Dereyi takip ederek 3 saat yürüdük. Derenin karşısına geçmek zorunda olduğumuz bir yerde ağaç üzerinden yaptığımız bir köprü günün eğlence konusuydu. Dereye doğru uzanan ağaç dalı, üzerine tırmandıkça karşı kıyıya doğru eğiliyordu. Önce ben, arkadan Serkan bu yöntemle ağacın uç dallarına kadar tırmanarak karşı kıyıya kendimizi fırlattık. Ağaç dalı bizden kurtulunca mancınık gibi aksi yöne savruluyordu.

Bu şekilde dereyi takip ederek Fevziye köyü sapağının ilerisine bir yerlere çıkmıştık. Burada dere birkaç kola ayrılıyor, pusula ile hangisini takip etmemiz gerektiğini bir türlü anlayamıyorduk. Haritada bu derelerin hiç birisi yoktu. Pusula ile yön tahminleri yapmaya çalışarak derenin kollarından birisini takip ettik. Zaman zaman içinden geçmek zorunda olduğumuz tarlalar geçilmesi en zor yerlerdi. Çünkü sürülmüş tarlanın toprağı ve çamuru sanki yapışkan bir zamk haline gelmişti.

İleride tekrar karşıya geçmemiz gereken bir yerde dere, kayalar üzerinde mini bir şelale oluşturmuştu. Bu sefer kayalar üzerinden atlayarak karşıya geçtik. Derenin “S” çizerek aktığı kayalık düzlük bir yerde mola verip, ıslak sonbahar gazelleri üzerinde kahve içtik. Ancak saatler ilerliyor, enerjimiz tükeniyor, ancak sanki karınca adımlarıyla yürüyormuşuz gibi çok az yol kat edebiliyorduk. Bağdat restoranın arka tarafına geldiğimizde dereyi takip etmeyi bırakıp, restoran içinden garip bakışlı insanlar arasında yola çıktık. Burada dere ile yol birbirine çok yaklaşıyordu.

Yolu takip ederek Valideköprü köyüne vardık. Önce buradan Semetler köyü yoluna sapıp Fevziye üzerinden gitmeye karar verdik. Ancak yolun çok uzayacağını düşünerek bundan vazgeçip Kızderbent köyüne kadar yürüdük. Saat iki buçuk gibi Kızderbent köyüne varmıştık. Serkan’ın ısrarlı “ekmek alalım abi”lerine dayanamayarak bakkaldan ekmek ve peynir aldık. Bu ekmek ve peynirleri çok acıkmamıza rağmen zaman kaybetme korkusuyla gün boyu yememiş, akşam enteresan bir ortamda soğuktan titreyerek yiyebilmiştik. Ancak her zaman dağda kalma ihtimali olduğu için bu tür önlemler almak zorundaydık.

Kızderbent köyü içinde çocukların “aa, turistlere bakın” alayları arasında yürüdük. Köyün ortalarında, sağa doğru 220 kerterizine saptık ve köyün üzerine doğru yükselen dik yamacı sürüne sürüne tırmanmaya başladık. Yukarıda gözümüze kestirdiğimiz referans ağacımız bir süre sonra gözden kaybolmuştu. Niyetimiz hep bu kerterize devam ederek Selimiye köyüne varmak ve Selimiye üzerinden Keramet’e çıkmak. İlle de Keramet, çünkü bu pislik ve yorgunluğu, ancak Keramet’in Nirvana’sı temizleyebilir.

Bu zorlu ve bizim iflahımızı kesen tırmanış sonunda, yukarıda bir patika ve patika civarında çalı çırpı toplayan bir köylü gördük. Meraklı köylüye, bizim define falan aramadığımızı, amacımızın Selimiye köyünü bulmak olduğunu anlatıp tarif aldık. Bu yolun Selimiye’ye varacağını öğrendik. Anlaşılan bu yol eski Kızderbent-­Selimiye yolu imiş. Bir traktörün bile zor geçeceği bu yolda devam ederken dağların arasında hava normalden daha karanlık görünüyordu.

Issız dağların arasında, enfes manzaralar içinde yürürken tepeyi aşmıştık. Ancak burada yolun bitmesi bizi hayal kırıklığına uğrattı. Bu gidişle geceyi gerçekten dağda geçirmek zorunda kalacaktık. Ocak ayında bu dağlarda soğukta nasıl bir gece geçirilirdi bilemiyorum. Yol bitince pusulaya güvenerek tahmini bir yöne doğru ilerlemeye başladık.

Zorlu tırmanışlar, biri bitince yenisi başlayan tepeler bizi zaman zaman yere yıkıyor, kalp çarpıntımızın ve nefesimizin normale dönmesini beklemek zorunda kalıyorduk. Önümüzde gördüğümüz son tepeyi tırmandığımızda aşağıda köye benzer birkaç ev gördüğümüzde Selimiye köyüne vardığımıza kanaat getirmiştik. Tepede sert esen soğuk rüzgâra rağmen kısa bir mola verdik. Burada çantamızdaki portakalları saldırır gibi yedik, doğrusu hayatımda lezzetini bu kadar duyarak yediğim başka portakal olmamıştır. Bu tadı ve lezzeti yıllar boyu birbirimize anlatıp bu günü andığımızı hatırlıyorum. Portakal sonrası birer çay içtikten sonra yürümeye hazırdık.

Zamanın darlığı ve köye varmanın heyecanıyla tepeden aşağıya koşarak inmeye başladık. Kısa sürede köye vardık, vardık ama, vardığımız bir köy değil, yazın kullanılan şimdilerde boşaltılmış, evlerin kapı ve pencereleri tahtalarla çivilenmiş bir yayla idi. Bu demek ki, biz kaybolduk ve göl seviyesinden oldukça yüksek bir yerlerdeyiz. Saat dört olmuştu. Hava en geç bir saat içinde kararacak, ıslağız, rüzgâr sert esiyor, hava çok soğuk ve bir şey soracak tek bir canlı göremiyoruz etrafta.

Yaylada ufak bir cami vardı. Cami ve tuvaleti açıktı. Camiye girip üzerimizdeki ıslak eşyaları, çantamızdaki kuru fanila ve çoraplarla değiştirdik. Ancak ayakkabılar da ıslak olduğundan bunun hiçbir manası olmamıştı. Caminin her ne kadar camlarının çoğu kırılmışsa da yine de bir nebze olsun soğuğu kesiyordu. Caminin girişinde birkaç tabut vardı. Aklımıza geceyi burada tabutların içinde geçirmek geldi. Evet, korkutucu gibi gelse de, tahta zemin üzerine koyacağımız tabutlar bizi sabaha kadar vücut ısımızla koruyabilirdi.

Bu kararın iyi bir karar olmayacağını düşünerek yola koyulduk. Yaylanın güneyine doğru inen yolu takip ediyorduk. Burada bir sürü, domuz olduğunu tahmin ettiğimiz taze pislikler ve ayak izleri vardı. Hava kararmaya başlamıştı ve yol sürekli birkaç kola ayrılıyordu. Pusulaya göre bir yere sapıyorduk, ama saptığımız yol biraz sonra başka yönlere sapıyor bize sağlıklı yön takip imkânı bırakmıyordu.

Bir süre sonra hava iyice kararmadan çok uzaktan İznik gölünü gördük. Göle yakın gördüğümüz köy ışıklarını referans alarak yürümeye devam ettik. Ancak köy ışıklarıyla aramızda aşılması gereken bir sürü dik inişler vardı. Bir daha gölü göremedik, çünkü hava tamamen kararmıştı. Yolu takip edersek yolun iyice uzayacağını varsayarak yoldan ayrılıp, dümdüz aşağı inmeye, daha doğrusu yuvarlanmaya başladık. Çünkü önümüzdeki taş çakıl çalı çırpı görünmüyordu ve zayıf el fenerinin azıcık yardımı ile bastığımız yeri tayin etmeye çalışıyorduk. İnişimiz daha ziyade çamur ve ıslak otların üzerine oturarak aşağı doğru kıç üstü kaymak şeklinde oluyordu. Aşağılarda bir yerde daracık bir bahçe yolu bulduk.

Bu ufacık yol bizi hangisi olduğunu tahmin edemediğimiz bir köyün karanlık bir mahallesine çıkarmıştı. Doğrusu bu davetsiz ve nereden geldiği belli olmayan misafirlerden köyün köpekleri pek hoşlanmamıştı. Ama bizde köpek gibi detaylarla uğraşacak takat kalmamıştı. Buraya kadar tek parça inmiştik ya, bundan sonra artık bir şey olmasına ihtimal vermiyorduk. Gördüğümüz bir yaşlı teyzeden burasının Keramet köyü olduğunu öğrendik. Keramet’e varıp havuza girememiştik, ama köyüne varmıştık.

Köyü geçtik, İznik yolunda yürümeye başladık. Saat gece altı buçuk olmuştu. 1-­‐2 kilometre sonra köy yolu İznik yoluna kavuştu. İkimiz de hala havuzda yüzmeyi düşünüyorduk. Ama ayaklarımız ayakkabıların içinde şişmiş, soğuk kış gecesi, havuzun kış aylarında tamamen karanlık olması gibi faktörler bizi bu başlangıç hedefimizden vazgeçirdi. 10 saat 30 dakika fiilen yürümüş ve tırmanmıştık.

Yolun karşısında minibüs durağına oturduk ve Mesut abimize telefon ettik. Hiçbir zaman yapmadığımız gibi şimdi de, nasıl geri döneceğimizi hesaplamamıştık. Ne denk gelirse, ister İznik’e, ister Yalova’ya bir şekilde ulaşacaktık. Abim derhal bizi almaya geleceğini söyledi. İznik’ten bulunduğumuz yer 25 kilometre idi. Abim bizim durumumuzu öğrenince öyle bir heyecanlandı ki, “Sizi arabayla mı yoksa bisikletle mi almaya geleyim?” sorusu (kastettiği bisiklet kamyonet olmalıydı, yani bize bisiklet ile geldiyseniz kamyonetle almaya geleyim demeye çalışıyordu) bizi epey güldürdü.

Durakta abimi beklerken şiddetli bir yağmur başladı. Durağın teneke tavanının sağanak yağmur altında çıkardığı sesler bizi mutlu etmişti. Yağmura iyi ki dağ başında yakalanmadık diye bu tatlı seslerin zevkini çıkarmaya başladık. Bir yandan termostan çaylarımızı dolduruyor, bir yandan dağda kalırız korkusu ile aldığımız ekmeğin içine peynir, domates ve biberleri tıkıyor, bir yandan da kahkahaları koy veriyorduk. Müthiş bir sağanak yağmur ve şimşek sesleri, düşen yıldırımların keskin aydınlıkları arasında peynir ekmeğimizi ve soğumaya yüz tutmuş çayımızı midelerimize indirdik. Hatta o kadar ileri gittik ki, ekmek bittikten sonra çekirdek sefası bile yaptık. Tabii bu esnada soğuktan titrediğimizi de eklemem gerekiyor.

Abim yedi buçuk gibi geldi. Aslında yanımızdan geçti, ama Serkan’ın bozuk gözleri her nasılsa, benim sadece iki araba farı olarak gördüğüm ışıkların abimin arabasına ait olduğunu anladı. Telefonla daha fazla uzaklaşmadan abime ulaştık.

Eve vardığımızda aynen tahmin ettiğimiz kelimelerle annemin bize fırça atarak azarlaması yine bizi güldürdü. Hasta olmasına rağmen bütün çamurlu eşyalarımızı yıkamış, hatta hızını alamayıp, Serkan’ın yıkanmaması gereken yağmurluğunu bile yıkamıştı. Abimin lahmacun ve köfte ikramı ile kendimize geldikten sonra bugünün toz toprağının hamamda bir güzel terleyerek ancak çıkabileceğini düşünerek hamama gittik. Sıcak köpüklerle arındıktan sonra hamamcının tarçın ikramını memnuniyetle kabul ettik. Bugün hatıralardan hiç silinmeyecek enteresan bir gün olmuştu.

Translate »